İşgalcileri denize dökmemizin üzerinden, 83 yıl geçtikten sonra dahi, ‘Güzel İzmir’ime reva görülen ve hortlatılan ‘Gâvur İzmir’ sıfatı, sadece biz İzmirlileri değil, yurdunu seven tüm vatandaşları gönülden yaralamış olsa gerek.
Osmanlı döneminde İzmir, Aydın Vilâyeti’nin merkez kenti durumunda idi. Ege bölgesi Türkleri genelde çiftçilikle uğraşırlardı. Yetiştirdikleri incir, üzüm, zeytin, pamuk, tütün, susam, kenevir, meyankökü gibi ürünlerin pazarlama ve ihraç limanı İzmir’di. Ürünlerin İzmir’e akması için yapılmış olan demiryolları, Aydın yönünden gelen Alsancak garında, Kuzey yönünden gelen Basmane garında son bulur ve limana kavuşurdu. Ürünlerin pazarlama ve ihraç işlemleri, genellikle İzmirli Rumların ve Levantenlerin elinde idi. Köylünün bin bir meşakkatle ve fakru zaruret içinde yetiştirdiği ürünler, bu tüccarlar ve ihracatçılar eli ile dünya pazarlarına ulaşırdı.
Tabii ki bu işlerden en kazançlı çıkan kesim, tüccar ve sanayiciler olurdu. Bunlar, borçlandırdıkları ve kendilerine bağladıkları köylünün ellerine verdikleri ikişer kuruşa karşın, kendi kazandıkları iki yüzer kuruş kârlarla İzmir’in en güzel bölgelerinde otururlar, sporting, skeyting gibi kulüplerde, Kremer Palas’larda günlerini gün ederlerdi. Kenti, kendi aralarında bölge bölge paylaşmışlardı. Kordon’da ve Punta'da (şimdiki Alsancak ) çoğunlukla Rumlar; daha arka mahallelerde, şimdiki Kültür Park'‘ta (İzmir Fuarı) Ermeniler; Göztepe, Karantina, Güzelyalı, Karşıyaka sahillerinde ve Bornova’da Levantenler; Asansör’de Yahudiler otururdu. Bunların Pasaport’ta ticarethaneleri, Bayraklı’da, Aya Trianda'da (şimdiki Turan ), İstavroz'da (şimdiki Hilal) zeytinyağı, prina, sabun, şarap, pamuk, kapçık, meyankökü işleyen imalathaneleri, depoları ve fabrikaları vardı. Bindiğiniz atlı tramvaylar, ‘dur, inecek var’ derseniz durmaz, ‘ferma’ derseniz dururdu. İşte, o zamanların ‘Gâvur İzmir’i bu bölgelerdi.
Türklerin oturduğu ve sahil bölgelerine tepeden baktıkları, Kadifekale, Eşrefpaşa, İkiçeşmelik bölgeleri, Karşıyaka’da Soğukkuyu mahalleleri ise hiçbir zaman ‘Gâvur İzmir’ olmamıştı. İzmir Türkleri, genelde devlet memuru, esnaf ve sanatkârdı. Kemeraltı’nda dükkânları olan, evlerine ancak ekmek ve tuz götürebilen, ama mütedeyyin ve mütevekkil, namuslu ve dürüst insanlardı. Aralarında, Evliyazadeler, Uşşakîzadeler gibi önemli aileler ve büyük tüccarlar da vardı; ama bunlar, çok azınlıkta kalıyorlardı.
15 Mayıs 1919'da, o kara günümüzde, emperyalistlerin, o zamanki deyimle düvel-i muazzama’nın yüreklendirmesi ile Yunan Ordusu İzmir’i işgal etti. İşte o gün, yukarıda bahsettiğim zümre, bazı taşkınlıklar yaptılar. İşgalci askerleri, Kordon’da Yunan bayrakları ile karşıladılar. Kızlar, balkonlardan çiçekler attılar. Kiliseler çanlarını devamlı çaldılar. Smryna ( İzmir ) Metropoliti Hrisostomos, Konak Meydanı’nda Yunan askerlerini teker teker takdis etti. Osmanlı, 1. Dünya savaşından yenik çıkmıştı. Askerimiz silâhsızlandırılmıştı. Onlara karşı koyamazdık. Buna karşın, korkularından Sarıkışla’nın cephesini mermilerle delik deşik ettiler.
Türkler evlerine kapandılar, ağlaştılar. Evvelce sevgi gösterdikleri, karşılıklı yardımlaştıkları Rum komşular ise aslan kesilmişlerdi.
Yunan’a ilk kurşunu sivil bir Türk, gazeteci Hasan Tahsin attı. Onu hemen oracıkta şehit ettiler. Ama o, bu güzel kentin simgesi oldu. Yunan’ı bir kurtuluş olarak gören hainler, İstanbul Hükûmeti, bazı basın, Ankara’yı dışlarken ve de örneğin Edirne Müftüsü, Selimiye Camisinde Yunan Ordusu’nun zaferi için dua tertiplerken, Ege’li Yörük Ali Efe’ler, Demirci Mehmet Efe’ler ve daha onlarcası silahlarını kuşanıp dağa çıkmışlar; düşmana kan kusturuyorlardı.
Mustafa Kemal Paşa’nın büyük dehası ile yeniden örgütlenen Türk Ordusu, ‘Güzel İzmir’imizin kurtuluş günü 9 Eylül 1922'de işgalci ordunun kalıntılarını denize döktü. Daha sonra, mubadele anlaşması ile yerli Rumlar gittiler; yerlerine Yunanistan Türkleri yerleşti. Aradan 83 yıl geçti. İzmir büyüdü; yangın yerleri eskisinden kat be kat güzelliğe kavuştu. Türk tüccarı, Türk sanayicisi söz sahibi oldu. İşte İzmir, o gün bu gündür ‘Gâvur İzmir’ değil, ‘Güzel İzmir’dir.
Lozan Barış Antlaşması görüşmeleri sırasında, Lord Curzon, İsmet Paşa'ya (İnönü): ‘Siz bile İzmir’e Gâvur İzmir dersiniz’ deyince İnönü’nün yanıtı: ‘Ekselans, böyle bir sözü ilk defa sizden duyuyorum’ şeklinde olmuştu. Demek ki, o zamandan bu zamana, politik söylem açısından, bırakın bir arpa boyu yol almayı, ne kadar gerilere gitmişiz.
Selânik’in harpsiz darpsız Yunan’a teslimini ihanet olarak niteleyenler, kente ‘Kahpe Selânik’ demişlerdi. Ama bunu şimdi hiç kimse hatırlamıyor. Peki, hâlâ daha ‘Gâvur İzmir’i gündemde tutanlara ne demeli, anlayamıyorum.
Her nedense, belki de kıskançlıktan, Türkiye’nin geri kalmış bölgelerinde, İzmir’e ve de İzmirlilere karşı bir allerji vardır. Ama biz diyoruz ki: Keşke tüm Türkiye, İzmir ve İzmirli gibi olabilse idi. Herhalde yıllar ve yıllar önce AB üyesi olur, kişi başına düşen ulusal gelirimiz belki de 20 bin doları bulurdu.
Kim ne derse desin, İzmirli her şeye ve herkese karşı hoş görülüdür. Verdiği sözün arkasında durur, randevularına vaktinde gider, çalışkandır. Bu meziyetler, onun namus anlayışıdır. Ama çalışma dışında keyfini sürer, paşa paşa içkisini içer, sokakları neş’e ile ama nezih bir tarzda şenlendirir. Yılbaşında evinde çam donatır, daha dar gelirliler kokina alırlar. Velhasıl Batılı gibi çalışır, Batılı gibi yaşar.
Bütün bunların yanında, dinine bağlıdır. Ama olmayacak duaya amin demez. Onun için namus kavramı sadece ve sadece iki bacak arasında değildir; töre cinayetleri ile vahşet sergilemez. İnsanları pusuya düşürüp arkadan vurmaz; mertçe döğüşür.
Bazılarına göre İzmirlinin yaşam felsefesi gâvurluksa, evet biz gâvuruz. Şimdi gel de rahmetli hocam Reşat Ekrem Koçu’yu anma:
Şair Nef’î, hünkârın huzurunda yapılan bir sohbette:
………..
Kadı-i Galata,
Fiili livata.
Şeyhislâm Efendi,
G.tler dimendi.
Ey Nef’î şair,
Ol merd-i kâfir.
şeklinde bir taşlama söylemiş. Yine bir taşlamadan nasibini alan Bayram Paşa, fırsatı kaçırmamış, ‘Şair, taşlamada kendisine kâfir (gâvur ) dedi’ bahanesi ile ve de şeyhülislâmın ‘Şer’an katli vaciptir’ fetvası ile şairin kellesi gitmiş.
Bu olay 17. yüzyılda olmuş. Ama yakın zamanda bile, hem de Cumhuriyet döneminde, Menemen’de Kubilây’ımızın kellesi gitmedi mi ? Bu gün de aramızda, fırsat buldukları anda kelle uçurmak isteyenler yok mu ?
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder